İletişim kurma arzusu ilk insanlardan da ötesine, tek hücreli canlılara kadar gidiyor. Modern çağda, başımızın ayak parmaklarımızla bile iletişim kurma çabası var. Bu sayede beynimizden çıkıp parmak ucumuza kadar giden sinir ağları iletişim aracı olarak kullanılıyor. İletişim hem fiziksel, hem biyolojik hem de kimyasal bir şeydir. O halde gelin, size hiç bilmediğiniz gerçek bir hikaye anlatayım.
İkinci Dünya Savaşı her yönüyle, yüzlerce yıl araştırılması gereken büyük bir olaydır. Her araştırmacı, biliminsanı kendi uzmanlık alanına göre birçok kaynak oluşturmuş, farklı alanlarda bu trajediyi aydınlatmaya çalışmıştır. Bir süre, tarihe kaynaklık edebilecek başyapıtları izleyerek, okuyarak bu dönemde yaşayan insanların ortak ve farklı noktaları üzerine çalıştım. Kuşkusuz dikkatimi en çok çeken konuların başında, savaş esnasında düşman iki cephenin haberleşme sistemleri olmuştur. İletişim dünya tarihinde aklımızı en çok kurcalayan, modern çağda da üzerine en fazla yatırım yapılan alandır.
İngiltere ve Almanya, düşman iki devlet, her fırsatı şans bilerek birbirlerinin haberleşme ağlarının içine sızmaya çalışmış; bir sonraki adımlarını şeytanın aklına bile gelmeyecek yöntemlerle belirlemek için özel ekipler kurmuşlardı.
Savaş sırasında eli silah tutan ya da tutmayan tüm erkekler cephedeydi. Bunun için İngiliz hükümeti, kadınları istihbarat toplamaları için kullanıyordu. Gizli bir ekip kuruldu. Amaçları Almanların kendi aralarındaki, şifreli telgraf yazışmalarını deşifre etmekti. Çatışmaların ilk dönemlerinde İngilizler bu konuda bir yol katedememişlerdi. Alman frekanslarına sızan İngilizler şifreleri çözmeye çalışıyor, her seferinde sonuç hüsran oluyordu. Bu başarısız denemeler, daha sonra farklı bir yöntemin doğmasına sebep olacaktı; aslanın bir sonraki avının ne olacağını bilemiyorlardı ancak yattığı yerde bıraktığı ize göre gücünü ve doğru orantılı olarak saldırabileceği hedefi çözümleyebilirlerdi.
İngiliz sinyal uzmanı kadınlar, sinyalleri dinlemeye devam ettiler. İlk fark ettikleri şey, belli bir süreden sonra sinyallerin ritminin farklılaştığı, daha sonra tekrar değiştiği ve yine bir önceki sinyalin ritminin ortaya çıktığıydı. Dönemin telgraf teknolojisi bugünde kullanılan birçok sistemin temelini oluşturan mors alfabesinin şifrelenmiş haliydi. Her iletinin bir elektriksel akımı, iletilen mesajların arasında geçen zaman farkı o mesajı gönderen operatörün karakteristiğini gösteriyordu. Kimi operatör seri bir şekilde gönderirken, kimisi mesajlar arasında farklı zamanlamalar kullanıyordu. Aslında İngilizlerin bulduğu şey, Almanların bir günde kaç mesai yaptıkları ve mesaide kaç kişi çalıştığıydı. Bu basit bir askeri mantıkta; o ülkenin cephe gerisi için ne kadar yatırım, istihdam ayırdığının önemli bir ipucuydu.
İngiliz sinyalciler, her operatöre bir isim vermeye başladılar. Sinyallerin nereden geldiğini keşfetmeye başladıklarında, işin seyri oldukça değişmeye başladı. Örneğin ağır bir bombardımana maruz kalan bir tank bölüğünden gelen mesajlar o gün oldukça ritmik, karşılığında diğer Alman birliğinden gelen mesaj da bir o kadar seri olabiliyordu. Bir taraf çok uzun, diğer taraf çok kısa ve seri yazıyorsa süreç içerisinde hangi birlikte daha üst kıdemde bir komutanın olduğu kolayca anlaşılıyor, dolayısıyla savaşın kaderini belirleyecek birliğin hangisi olacağını İngilizler kestirebiliyordu. Bu veri derhal İngiliz ordusuna iletiliyor, o bölge yok ediliyordu.
İngiliz tarafı bu konuda oldukça ustalaşmıştı. Oysa, Almanlar kendi içlerinde bir hain aramaya çoktan başlamışlardı. Savaş bu noktada taktik üstünlüğü bakımından İngilizlerin lehine seyir etmekte ve Almanlar içinse bir cehennem çukuruna dönmüştü. Daha az yazışmanın olduğu bir Alman bölgesi için sahte bir istihbarat üreten İngilizler, Almanların bu bölgeye askeri birlik çekmesini sağlamış, zayıflayan diğer daha önemli noktalara da saldırılar düzenlemişti. İngiliz sinyalciler de bu taktiklerin düşmana ne kadar zarar verdiğini telgraf başında analiz edebiliyordu.
Alman operatörlerinin sinyal gönderme tarzlarını, kendi çocuklarının seslerini başka çocuklardan ayırabilen anneler gibi kolaylıkla algılayan İngiliz sinyalci kadınlar, savaş ilerledikçe daha da ustalaşmış ve artık hangi mesajın hangi operatör tarafından iletildiği, savaş sırasında aynı düşman operatörün farklı cephelerde de mesaj atıp atmadığını anlayabilir hale gelmişti.
Kuşkusuz akla gelen ilk sorulardan biri, telgraf operatörlerinin her birinin kendine has sinyal gönderme tarzlarının olduğunu neden İngilizler keşfetmişti de Almanlar’ın aklının ucundan bile geçmemişti? Yakın zamanlarda Almanya’nın diğer ülkelerin devlet yöneticilerini dinlediğine dair çıkan haberleri hatırlarsanız, Avrupa’nın bu yaşlı ülkesinin İkinci Dünya Savaşından çok şey öğrendiğini görmüş olursunuz; özellikle İngilizlerden…
Almanya, Avrupa’yı kasıp kavuran savaş sırasında, kelimenin tam anlamıyla dar bir perspektiften dünyaya bakıyordu. Amaçları oldukça basitti: Dünya’nın en büyük ülkesi olmak. Birinci Dünya Savaşı’nın burukluğundan olacak, iki savaş arasındaki yaklaşık 30 yıl içinde ciddi bir askeri yığınak yapmıştı. Emperyal dış politikaların dünyadaki yükselişi, özellike Amerika, İngiltere ve Fransa’nın manda ülke yarışında geride kalan Almanya geç kalmadan bu savaşta rövanş almaya çalışmıştı.
Akıllara gelen bir diğer soru ise; İngilizler tarafından dinlenilen Almanya’da, hiç kimse yanlış giden bir şeyden şüphelenmemiş miydi? Örneğin Alman sinyalcilerden biri bir komutana: “Biz şu mesajı şu birliğe gönderdikten sonra orası bombalandı, dinleniyor olamaz mıyız?” diye fikrini beyan etmemiş midir? Eğer ettiyse, bu şüphe neden vücut bulamamıştı?
Sinyalcilerin nasıl bir bilek tarzı varsa, ülkelerinin de bir bilek tarzı vardır. Gelin bu bilek tarzlarını inceleyelim.
Toplumlar ve onları oluşturan insanlar birbirlerinden ayrı düşünülemez. Her toplumun farklı kesimleri elbette vardır. Tüme bakarsak, her bir vatandaş bağlı olduğu toplumu öyle ya da böyle temsil eder. Almanya’da da durum bu şekildeydi. Adolf Hitler diktasında, küresel bağlamda tehdit unsuru olan ülke stratejisi, yayılmacı bir kimliğe sahipti. Ülkede alınan kararlar tek bir elden çıkıyor, sorgulanmıyordu. Hitler, sadece dünyada kaygılı gözlerle bakılan bir lider değil, ülkesi içinde de durum bu şekildeydi. Tarihi kanıtlar, bir kesim komutanın yasal olmayan bir çok emri koşulsuz yerine getirdikleri için pişmanlık duyduklarını gösteriyor. Karşı çıkmaları demek, içinde bulundukları durum gereği çok zordu. Özel yaşamlarında kaybetmekten korktukları şeyler vardı. İlk başta aileleri, ülke genelindeki itibarları ve en temel insani güdülerden biri olan, ölümden korkma dürtüsü…
Baskı ve diktanın olduğu bir yerde, bir Alman sinyalcinin gönderdikleri sinyallerin o ya da bu şekilde deşifre olduğunun ortaya çıkması en başta o sinyalcinin, akabinde birinci derecede ondan sorumlu olan komutanın başını yakacaktı. Dönemin haberlerini incelerseniz, Hitlerin kendi çevresindeki silah arkadaşlarını bile ortadan kaldırttığını kolaylıkla görebilirsiniz. Zaten sistem kendi içinde bir korku sansürü yaratıyor, akılcı bir sürecin önünü çoktan tıkıyordu.
Bu kanlı oyunlar devam ederken İngilizlerin, dikta korkusundan dolayı Almanların açıkça tehlikeyi fark edip de bir üstlerine aktaramayacaklarını düşünüp düşünmedikleri konusunda sağlıklı bir veri bulunmamakta. Ancak şu oldukça açıktır. İngilizler tüm bu yazışmalar sırasında bilimin en temel enstrümanlarından biri olan “inceleme-gözlem” ilkesini kullanmışlardı. Sinyalleri incelerken sayısal çıkarımlarda bulunmaya başlamışlardı. Sinyallerin ritmine göre sinyali gönderen merkezin davranışsal şemasını çıkartarak Almanlar üzerinde stratejik baskı unsurları yaratıyor, propagandalarında matematiksel, psikolojik ve sosyolojik yöntemler kullanıyorlardı.
Almanya da bilimsel birikimi olan bir ülkeydi, hakkını vermek gerekir. Ancak o dönemlerde Almanya, gözünü hırs bürümüş bir diktatör ve onun korkusuyla biat eden bir toplumdu. İngiltere ise kapısına kadar dayanmış bu yangını sadece askeri yöntemlerle değil, bilimsel yaklaşımlarla da geri püskürtmüştü. Çalışan bir meclisi ve çoğulcu bir demokrasisi vardı. Her iki ülkenin en üst yapısından en alt yapısına kadar kendini nasıl resmediyorsa , ortaya çıkan gerçekler de o şekildeydi. Almanya, savaşı sadece askeri çılgınlığından dolayı değil, bilimsel gerçekliklerden de uzaklaştığı için kaybetmişti. Savaşın geri cephesi bile, asıl cephedeki sert tutumdan payını almış, belki konuşabilse, fikrini açıklayabilse ülkenin geleceğini değiştirebileceklerdi. Oysa ki İngiltere’de bir sinyalcinin, Alman sinyalcilerin mesajlarını inceleyerek karakter analizi yapılacağı fikri saçma bulunabilirdi. Belki de bir ya da birden fazla kişi tarafından saçma da bulunmuş olabilir. Sonuç ne olmuştu? Bilimsel düşünce ülkenin geneline o kadar fazla işlemişti ki, ortaya konan nihayi karar, İngilizler ve dolayısıyla müttefikleri için çok kritik bir sonuç doğurmuştu.
Ülke neyse vatandaş da odur. Edip Cansever’in de dediği gibi: “İnsan yaşadığı yere benzer.”
Comments